* Rabbinizden içinde bulunduğunuz anı, yeri ve kişileri değerlendirebilmeyi isteyiniz!.
* Beynine hükmedemeyenler, kadere tabidirler!.
* Akıl adamı terkederse "deli"derler. Adamı aklı terkederse "meczub"(zararsız deli) derler!.
* Yüzme bilmiyorsanız, Einstein bile olsanız boğulursunuz!..
* Matematikte profösör olsanız bile,tıp alanında cahilsinizdir!..
* Kaybetme korkusundan harekete geçemeyenler, zaten kaybettiler!.
* Hoşça vakit geçirdiklerini dost sanma!.
* Gözünle hüküm verenler, yanılgıdan kurtulamazlar!.
* Aldanırsan görüntüye, elbette gömülürsün üzüntüye!.
* Ver,fakat neticesini bekleme.Zira neticesi verilene aittir!.
* Dünya'da zevk ve keder gece ile gündüz gibidir..Hiçbiri sürekli değildir!.
* Neticesiyle karşılaşacağına kesin inan ve dilediği yap!.
* Ya sana gelirler; yada sendekine.Dostun seni dileyendir!.
* Güçlü kişi inandığı yolda etrafa rağmen yürüyebilendir!.
* Yüzüne dedikleri değil,ardından konuştukları önemlidir!.
* Anlayışlı ol da ibret al; ki gülmesinler, yada acımasınlar yarın sana!.
* İlhamlar yaşantına yön veremiyorsa; İç güdüleriyle yaşayan mahlukattansın!.
* Sahip olduğunu sandığın herşeyden kopmanın ızdırabını tadacaksın!.
* Değerin duyguların kadar değil;İdrak ettiklerini tadbikata sokabilmen kadardır!.
* Kemal,idraka göredir!.
* Değerlendiriniz ki, nankörlerden olmayasınız!.
* Nankörlerin de varacağı bir menzil vardır ki, adına "hüsran" derler!.
* Israrla çalınan kapı, elbet birgün açılır!.
* "Vermedi" değil "alamadım" deyiniz!.
* Hüsrana uğrayanlar, geldikleri yeri unutanlardır!.
* Verilene ihanet,vereni görmemek veya görmezlikten gelmekle olur!.
* Her insan mükemmel olarak yaratılmıştır.Ancak bazıları yaşarken mükemmellik kavramından
uzaklaşırlar!.
* Aklınıza gelenlerin değil onları, istikametlendirinişin tabi neticesine katlanırsınız!.
* Beynin tefekküre yöneltilmemesi ona yapılan en büyük zulumdur!.
* Koyunlarda yiyip, içip, çiftleşip, uyuyorlar.. Farkındamısınız?.
* Beynini gereğince kullanamıyorsan; Tüm organların sana vebaldir!.
* Suçlama!..Kendinde ara!.Müsbeti de, Menfiyi de, davet eden sensin!.
* Ya ilmini bil!.Ya da haddini!.
* İnsanı dünü ile değil; O anki haliyle görüp sevebilmektir marifet!.
* Erkek Hikmetle, Kadın Kudretle yaratılmıştır!.
* Bir başkasına kızan, gerçekte kendi basiretsizliğine kızmaktadır!.
* Bilmeyizki; Bizim için önemli olan bize yarını kazandıracak olan ilimdir.İlmi getirenin yaşantısı
değil!.
* Aklı olan ilimle ilgilenir,anlayışı kıt olanda,kişilerin fiilleri ve organlarıyla!.
* İlimi olmayanın dedikodusu olur!.
* Kaldıracak,ortadan yok edecek birşey,gerçekte yoktur!.
* Varlık birimleri arasındaki fark onlardaki "canlılık" yönünden değil; "akıl" yönündendir!.
* Az sözlerden çok şeyler anla; İdrak et,ki kemalinin gelişmesi süratli olsun!.
* Zeka, fikirlerle uğraşırken; Akıl sistemli düşünceye yönelir!.
* Dünyada dikenler, güllerden çok daha fazladır!.
* Bilmek ayrı şeydir, İdrak yani inceliği kavramak, ayrı şeydir!.
* "Ama" gösterildiği halde gerçeği değerlendiremeyendir!.
* Anını değerlendirmesini bilmeyene kulak vermeyiniz!.
* Gerçek güzeldir: Ama her güzel gelen, gerçek değildir!.
* Suçlayanlar cahil olanlardır!.
* Taklit eden değil, taklit edilen olunuz!.
* Tedbir "takdir" dendir!.
* Tedbiri alınız,takdiri unutmayınız!.
* Ne verilmeyeni verebilirsin,ne de verilene mani olabilirsin!.
* " Ya öyle değilse" diyerek geri kalıyorsun...Ya öyle ise!.
* Gerçek inancını tanımak isteyenler, yakın çevresindekilerin inancına baksın!.
* Zeka günü kurtarır, ama asla akibetini kurtarmaya yetmez!.
* İlerleten istek değil, adımlardır.İsteklerinizi adımlarla birleştirerek gayenize yöneliniz!.
* Suyu susamayana vermeyiniz!.
* Altın asitle saflaşır!.
* Seni gören yok zannetme:Kendini görmen sana yeter!.
* Gerçekler değişmez! Değişenler ise gerçek değildir!.
* Samimiyette sıkıntı olmaz!.
* Dostunuz herşeyinizi açık, açık söyleyebildiğinizdir!.
* Azla yetinmeyiniz,ki çoktan mahrum kalmayınız!.
* Karşınızdakiyle tartışırken kendinizi onun yerine koyabiliyor musunuz?
* Geçmişin telafisi olmayacağını unutmayınız!.
* Marifet, imtihan veya çileye tabi tutulanların "Allah bilir işini" diyebilmesidir!.
* Avam, başkalarından duyduklarına, kendinden birşeyler eklemeden başkalarına satmaya
çalışan kişiler topluluğudur!.
* Her insan, bir diğerinden başka mükemmeliyete sahiptir!.
* Kafan boş, Gönlün boş, Gurur niye?
* Oduna esans dökmüşler,Gül sanmış kendini!.
* Avamın ölçemediği insan büyüktür!.
* Ahmak ile Aptal arasındaki fark, birincinin izah edileni de anlamamasıdır!.
* Yüzeyde kaldığınız sürece, dalgalardan kurtulamayacağınızı biliniz!.
* Duada sabır istemeyin, sabır isteyen belayı ister (afiyet isteyin)..
2 Mayıs 2010 Pazar
YÖN VEREN ANLAMLI SÖZLER..
28 Nisan 2010 Çarşamba
ŞEYH SADIK EFENDİ...
Dedem Şeyh Sadık Efendi,1843 yılında doğmuş,1915 yılında İstanbul'da vefat etmiştir.Babası olan Şeyh Feyzullah dedemin yanında, onun feyzi ve ilmi ışığında yetişmiş olup orta boylu, kumral,yumuşak huylu bir mürşid imiş.Sadık dedem hakkında Evliyalık derecesinde bir bilgi bulunmamakta; bunun sebeblerini şöyle açıklıyabilirim.Dedem Feyzullah Efendi hasta yatağında yatarken, Sadık dedem yanında bulunmamakta ve kendisine haber salınmıştır.Feyzullah dedemin odasına Müridleri ve çeşitli insanlar girip çıkmakta, zaatın sıhhati ile ilgilenmektedirler.Feyzullah dedem en büyük yardımcısı olan Örücü Muhammed Efendi'ye(vasiyeti üzere dedemin ayak ucunda ebedi yerinde yatmaktadır.) Sadık dedemin neden gelmediğini sorgulamakta Örücü Muhammed Efendi de dedemi rahatlatacak cevaplar vermektedir.
O sırada odasına giren müridleri arasında olan Küçük Hüseyin Efendi ismindeki zat, hal hatır için odasına girer Feyzullah Efendi ile yalnız kalır, kısa bir zaman sonra dışarı çıktığında Şeyhi Feyzullah Efendinin kendisine Post'u teslim ettiğini ve bu yolda hayırlar içinde ilerlemesini tembih ettiğini söyler.Tebrikler içersinde de kendisine inanan arkadaşlarınla oradan ayrılır.
Küçük Hüseyin Efendi gittikten kısa bir zaman sonra Sadık dedem gelir, babası Feyzullah dedemin odasına geçer, bir müddet yanında kalıp konuşur, Feyzullah dedem ruhunu teslim edene kadar bir kaç gün yanında onunla birliktedir ve Post Feyzullah dedemin akıl iradesiyle Sadık dedeme verilir.Hatta söylenen ( rahmetli babannemden duydum kendisi Sadık dedemin geliniydi.) Feyzullah dedem Sadık; beni belimden kavra, göğsünü göğsüme yapıştır,kendine çek der; ve o an maneviyat Sadık dedeme geçmiştir.
Neticede Feyzullah dedemin ilim irfan mertebesinde yetiştirdiği onlarca talebeleri olduğu aşikar olup,Post verme konusu tek bir isim olan Sadık dedemedir, fakat nedense birçok yerde postun Feyzullah dedemden, Edirne'li Mehmet Nuri Efendi'ye,ondan Hasan Visali Efendi'ye ondan da Küçük Hüseyin Efendi'ye geçtiği yazılır.Bu kesinlikle yanlış olup, böyle bir sinsile yolu da yoktur.
Hatta Küçük Hüseyin adını ilk şöyle duydum.Rahmetli babam, Üzeyir Garih olayını TV'den duyduğu zaman bak evlat,şimdi hatırladım.Bu zat öldüğünde cenazesi çok kalabalık bir cemaatle,Feyzullah dedemin şimdiki türbesinin olduğu yerden kaldırılmak istenmiş, fakat cenazeyi cemaat o zaman ne kapıdan, ne de duvarın üzerinden atladamadan cenaze namazını tabutu, duvar üzerine koyarak kılmışlar.(Rahmetli babam 1925 doğumludur.) Babam bunu Sadık dedeme yapılan yanlışlıktan bahsederek, Feyzullah ve Sadık dedeler tarafından bahçeye alınmadığını anlatmıştı.
Bunları yazmamdaki sebeb bunca zamandan beri gelmiş olan yanlışlığın ortaya çıkması 3.cü kuşaktan gelen torunu olarak, bugün bunları insanların bilgisine Allah rızasını gözeterek açıklamak istememdir..Doğru zaman İnşallah bu zamandır.En doğrusunu Allah bilir.
Dedelerim; Şeyh Feyzullah ve Şeyh Sadık Efendiler Allah tarafından verilen ilimle İnsanların ve Cinlerin Mürşidiydi..
25 Şubat 2010 Perşembe
SOYAĞACIMIZIN BAŞLANGICI.
ŞEYH FEYZULLAH EFENDİ..
Anadolu velîlerinin meşhurlarından. İsmi, Muhammed bin Ali'dir. Feyzullah lakabı ile meşhurdur. Şimdi Bulgaristan sınırları içinde bulunan Silistre'nin Sazlı köyünde 1805 (H.1220) senesinde doğdu. 1876 (H.1293)'de İstanbul'da vefât etti. Fâtih Câmiinde kalabalık bir cemâat tarafından cenâze namazı kılınıp, Halıcılar semtindeki dergâhına defnedildi.
Çocukluğunu ve tahsil hayâtını kendisi şöyle anlatmıştır:
"Çocukluk zamânında yaşım îcâbı olarak; oyun, eğlence gülüp oynamak ve neşelenmek gibi şeylere aslâ rağbet etmezdim. Mektebe başlamadan önce; (Rabbi yessir: Rabbim kolaylaştır) ile (Rabbi zidnî ilmen ve fehmen: Yâ Rabbî ilmimi ve anlayışımı artır) mübârek sözlerini çok söylerdim. Yine bir vâizden namazı özürsüz terk etmenin çok büyük günâh olduğunu işittikten sonra onun tesiri ile namazlarımı ve oruçlarımı hiç terk etmedim. Ayrıca nâfile namazlar yanında gece teheccüd namazı da kılardım.
Beş yaşına vardığımda bir gece şu rüyâyı gördüm: "Nûrânî yüzlü yedi zât, büyük bir sahrada büyük bir gürzü alıp ileriye doğru atıyor ve düştüğü yerden kaldırıp, sonra geriye doğru atıyordu. Atma sırası bana gelip, orada idâreci mevkiinde olan zât, gürzü alıp atmamı emredince, yaşımın küçüklüğünden ve gürzün ağırlığından bahsederek, buna gücümün yetmeyeceğini söyledim. Bana Besmele-i şerîfeyi okuyup, kaldırıp atmam emredilince, besmele ile alıp attım. Sanki gürz, bir ok gibi havada uçarak hayli uzağa düştü. Peşinden gidip yine Besmele ile yerden alıp beri tarafa attığımda, oradaki zâtların başı üzerinden uzak bir mesâfeye düştü.Hazır bulunanlar, atışımı beğenip, arkamı sığadılar, müsâfeha edip, sarıldılar. Başkanları olan zât ise; "Bundan sonra bizim yol arkadaşımız, dostumuz oldunuz. Fakat gündüzleri oruç tutunuz, geceleri ibâdet ediniz." buyurdular. Buna benzer daha nice mânevî yüksek hallere kavuştum. Zaman zaman Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizi görmekle şereflenirdim ve bana; "Sen benim en gayretli, izzetli en yakınlarımdansın." buyururdu.
Yedi yaşımda ve 1812 (H.1227) târihinde mektebe başladım. Bir sene zarfında Kur'ân-ı kerîmi hatmettim ve ikişer defâ tecvid ve ilmihâl ve Birgivî kitaplarını okuyup yazdım. On sekiz yaşıma kadar sarf, nahiv, Farsça ve fıkh-ı şerîften çok kitap okudum. Bundan sonra her hâlim Allah korkusu, düşüncem dâimâ namaz, oruç, ibâdet ve tâat, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin sünnet-i seniyyesine uymaktı. İçimizde Allahü teâlânın sevgisi ve hakîkat yolunun sevdâsı parıldamakta olup, her zaman âlimlerin tasavvuf ehli zâtların meclislerine ve sohbetlerine devâmla vakitlerimi geçirirdim.
Doğum yerim, Silistre eyâletine bağlı Hezârgrad kasabasına üç saat mesâfede bulunan Sazlı köyüdür. 1809 (H.1224) târihinde o havâliyi Rusya'nın istilâsı, halkını esirlik pençesine düşürmüş. Babam, Kulzâde diye bilinen tanınmış bir âileden Ali bin Hasan'dır. Babam bütün âile efrâdı ve akrabâsıyla Vidin'e hicret edip, orada üç sene kaldı. Ruslarla sulh yapılmasından sonra Vidin vâlisi Molla İdris Paşa isyân etti. Vidin'den ayrılmayıp yerine tâyin edilen Ali Paşayı şehre sokmadı. Şehrin kale kapılarını kapattı. Bunun üzerine Ali Paşa ile aralarında çarpışma çıktı. Şehir topa tutuldu. Bu yüzden uzun müddet yer altında sığınakta yaşadık. Sonunda İdris Paşa devlet kuvveti karşısında dayanamayıp bir gece firar etti. Şehrin kapıları açılıp yeni vâli şehre geldi. Üç ay sonra şehirde büyük bir veba salgını oldu. Sonra Silistre'ye döndük. İki buçuk sene kadar kaldıktan sonra, 1816 (H.1232) senesinde tekrar Vidin'e göçüp yerleştik. Babam ve iki birâderimle kale neferliğine kaydolduk. Gündüz mektebe gidiyordum. O sırada Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ordusunun kurulması sebebiyle askerî eğitimlere katıldım."
Feyzullah Efendi, çeşitli vazîfeler yaptı. Bütün bu vazîfeleri sırasında kendisine rehberlik edecek bir mürşid, yol gösterici de aradı. Bu hususta şunları anlatmıştır:
"Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerinden Müftî el-Hâc Hüseyin Vâiz Efendinin huzûruna gidip talebeliğe kabûl edilmemi arzettim. Ancak sekiz ay geçmesine rağmen talebeliğe kabûl etmedi. Benim ise bu arzum günden güne artıyordu ve aslâ incinmiyordum. Devamlı huzûruna gider sohbetlerini dinlerdim. Nihâyet benim için saâdet günü olan bir gün bana bu iş için istihâre yapmamı emretti. Ben de istihâre yaptım. İki gece hiçbir şey görmedim. Çok üzgün ve mahzûn bir halde üçüncü gece de istihâreye yattım. Üçüncü gece rüyâmda Hüseyin Vâiz hazretlerini ziyârete gitmek için atıma bindim. Yolda şiddetli bir yağmura tutulup iyice ıslandım. Bu hal üzere huzûruna vardım. Bir cemâatle yemek yiyorlardı. Beni de sofraya çağırdılar. Hüseyin Vâiz hazretleri eliyle bana ekmek ve yemek verip yememi emretti. Yemek yenip kalkınca, benim doymadığımın farkına varıp yeniden yemek getirtti. Onları da yiyip bitirdim. Yine doymadım. Üçüncü defâ yemek getirildi. Bu nefis yemekleri de bitirdim. İştahım kesilmiyordu. Bu sefer kendim yemek istedim. Bunun üzerine; "Kalk artık bizde sizi doyuracak yemek kalmadı. Abdest al da namaza gidelim." buyurdu. Abdest aldım berâberce mescide gittik. Namaz vaktinin girmesini beklemek üzere mescidin önünde durduk. Bu sırada başımı kaldırıp semâya baktım. Semâda, Allahü teâlânın ism-i şerîfini gâyet parlak ve büyük bir şekilde yazılmış gördüm. Kendimden geçip Allah, Allah, diye zikretmeye başladım ve bu hal üzere uykudan uyandım.
Sabahleyin hemen Hüseyin Vâiz hazretlerinin huzûruna koştum. Gördüğüm rüyâyı anlattım. Bunun üzerine abdestli olarak karşısına oturtup beni bîat ettirdi. Tasavvufta yetiştirmek üzere talebeliğe kabûl etti. Bana günde on beş bin defa söylemem için verdiği zikir vazîfesini yapmaya başladım. Bir müddet tesirini göremedim. Beni tekrar huzûruna alıp ikinci defâ benimle ilgilendi. Kalbimin açılması için teveccüh etti. Fakat yine bir tesiri görülmedi. Bunun üzerine benim yüzüme bakarak bir (âh) çekti. Bu sırada nefesi yüzüme dokunup ağzıma ve burnuma doldu. Ben de nefesini içime çekip, kalbim açılmadıkça bu nefesi salmayacağım diye düşünerek nefesimi tuttum. Ölsem bile salmıyacağım diye niyet ettim ve salmadım. Bu halde iken birdenbire kalbim mânen açılıp genişleyiverdi. Bambaşka bir hâle girdim. Tasavvufta tarîkat-ı aliyye-i Nakşibendiyye hallerine kavuşup, tattım.
Feyzullah Efendi, Hüseyin Vâiz hazretleriyle tanışıp ondan feyz aldıktan sonra vazîfeli olarak bir müddet çeşitli memleketlere gitti. Vazîfesi icâbı hanımı ve çocuklarıyla birlikte deniz yoluyla İskenderiyye'ye giderken hanımı hastalandı.
Yolculukları sırasında şiddetli bir rüzgâr esiyor ve yağmur yağıyordu. Bu hava şartlarında çok tehlikeli ve sıkıntılı bir hâle düştüler. Şöyle anlatır: "Şimşekler, yağmur ve şiddetli rüzgârdan ateş ve kandil yakmak imkânsız idi. Kaptan ve tayfalar hayatlarından ümit kesmişlerdi. O gün o ürpertici ve dehşetli havada, hasta hanımımın başında ümitsiz duruyor ve üzgün üzgün etrâfıma bakınıyordum. Bu sırada Peygamber efendimizin rûhâniyeti göründü; "Bu kızım Fâtımâ'yı size emânet ettim, güzelce hizmetinde bulunun." buyurdu. Hanımım iyileşmeye başlayıp kısa zamanda tam sıhhatine kavuştu."
Feyzullah Efendi, daha önce görüşüp feyz aldığı hocası Hüseyin Vâiz hazretleri vefât edince, başka bir rehber arıyordu. Şöyle anlatır: "Mürşidimin vefâtıyla muhtaç olduğum bir rehber buluncaya kadar dünyânın her tarafını dolaşmak en büyük arzumdu. Bu şekilde başıboş kalışım beni kahrediyordu ve yerimde duramıyordum. Ancak (işler vakitlerine bırakılır, zaman gelince olur) buyrulduğu gibi bir müddet sabırla bekledim. Bu hal üzere bir ay geçti. (Daha sonra verilen bir vazîfede dokuz ay daha çalıştım.) Hakîkî maksadıma kavuşuncaya kadar gezip dolaşacaktım. İskenderiye'den Anadolu'ya giden bir gemiye binip yola çıktım. Yolda bir İngiliz korsan gemisi bizi esir aldı. Birkaç gün sonra da serbest bıraktı. Bundan sonra denizde fırtına çıktı. Alaiye iskelesine güçlükle geldik ve on beş gün kaldık. Bu sırada o memleketin insanlarından bâzılarıyla görüşüp konuştuk. Bu konuşmalarımız sırasında Konya'da büyük bir âlim ve meşhûr bir velî olan Muhammed Kudsî Efendiden bahsettiler. Onun büyüklüğünü ve üstünlüğünü anlattılar. O zâta karşı kalbimde bir muhabbet ve meyl hâsıl oldu. Derhal âilemin bulunduğu yere gidip onlara; "Ben aradığımı buldum! Hazırlanın yarın Konya'ya gideceğiz." dedim. Onlar hazırlıklarını yaptılar ve ertesi gün yola çıktık. Meğer Muhammed Kudsî hazretleri Konya'da değil, Bozkır'ın Hoca köyünde imiş. Yola çıkışımızın dördüncü yâni Cumâ günü o köye ulaştık. Köye yaklaşınca, köyün yakınında akan bir çaydan geçerken ayakkabımın teki suya düştü. Bulmak mümkün olmadı. Atımdan indim, üzerimde kıymetli elbise, bir ayağımda ayakkabı ve bir ayağımda da mest olduğu halde yürüyordum. Arkamdan da hanımım, çocuklarım ve hizmetçilerim geliyordu. Eşyâlarımızla yüklü bir halde pazar yerinden geçerken bize bakıp birbirlerine; "Acaba nereye gidiyorlar?" diyorlardı. Hava soğuk ve kar yağmıştı. Önce bir evde misâfir olduk. Sonra hemen bir ev kirâlayıp yerleştik.
Hemen o gün Muhammed Kudsî hazretlerinin huzûruna gittim. Mübârek yüzünü görünce, ben de tam bir aşk ve muhabbet hâsıl oldu. İçimden bu büyük zât beni talebeliğe kabûl etse diye geçerken, bana; "Soyun da gel!" buyurdu. Dünyâlık nâmına neyim varsa her şeyimi bırakmamı işâret ettiğini farkettim. Hemen kirâladığım eve gidip bütün âile efrâdımı yanıma çağırdım. Bütün altın kıymetli mücevherât ve silah sandıklarını açıp bunları taksim edip dağıttım. Sonra da hizmetçilerimin tamâmını serbest bıraktım. Onlara; "Ey evladlarım! Küçüklüğümden beri cân u gönülden aradığım mürşid-i kâmili ve mürebbi-i mükemmili Allahü teâlâya hamdolsun ki bugün buldum. Yıkayıcının elindeki ölü gibi ona teslim ve tâbi oldum. "Bana soyun da gel!" buyurdu. Artık benim dünyâ ile işim kalmadı. Siz beni öldü kabûl ediniz! İşte sizi Allah için serbest ve hür bırakıyorum. Serbestsiniz." dedim. Sonra oğullarım Tâhir ve Sâdık'a ve hanımıma dönerek; "İşte yaptığımız muâmeleyi gördünüz ve anladınız. İsterseniz sizi buradan Vidin'e göndereyim. Orada oturunuz. Nasîbimizde var ise bir gün yine kavuşuruz. Eğer burada kalmayı isterseniz sabır ve tahammül göstermeniz îcâb eder. Hocam ne zaman izin verirse o zaman gelip sizinle görüşürüm." dedim. Hanımım ve oğullarım tam bir teslîmiyetle; "Saçının bir teline bin can ve baş fedâ olsun." diyerek orada kalmayı istediler. Feyzullah Efendi onların bu samîmi teslîmiyeti üzerine onları kirâladığı evde bırakıp Muhammed Kudsî hazretlerinin huzûruna gitti. Hocası onu hemen halvete soktu. Kırk gün bir yerde yalnız ibâdet ve tâatla meşgûl oldu. Daha bu vazîfeye başladığı sıralarda idi. Bir gün bir âh çektiğinde yanında bulunan arkadaşlarının süratle yanından kaçıştıklarını görüp niçin kaçtıklarını sordu. Onlar: "Sen âh çektiğin zaman ağzından ateş çıkıyordu. Biz bu ateşten korkup kaçtık." dediler.
Kendisi şöyle anlatır: "Bir sabah vakti Muhammed Kudsî hazretlerinin sohbet meclisinde en ön saftan bir adım ileri oturmuştum. İçeri teşrif ettiklerinde safların düzeltilmesi ile vazîfeli olan Celâl Efendi ile birlikte yanıma gelip kalabalık bir cemâat önünde kolumdan tutarak beni en arka safa geçirdi. Bunun bir hikmetinin ve nefsimin kusuru sebebiyle olduğunu düşünerek dışarı atılmadığıma şükrettim."
Feyzullah Efendi, Muhammed Kudsî hazretlerinin yanında yedi ay müddetle tasavvufta çok sıkı bir şekilde çalıştı. Meşakkatli riyâzetler çekti. Yedi ay sonra ona tasavvufta icâzet ve hilâfet verdi. Kendisi şöyle anlatmıştır: "H.1257 senesi Rebî'ülevvel ayının başında bir Cumâ günü, Cumâ namazından sonra Muhammed Kudsî hazretleri câmiden çıktığı sırada pazar halkı büyük bir kalabalık hâlinde saf saf dizilmiş bekler bir halde idi. Hocam halka selâm verdikten sonra ellerini açıp onlara duâ etti. Büyük kalabalık da; "Âmîn!" dedi. Bu duâdan sonra beni medresenin bir odasına götürüp, daha önceden benim için yazdığı icâzetnâmeyi çıkarıp açtı ve okudu. Sonra bana verdi ve beni irşâd vazîfesi yapmakla vazîfelendirdi. Hemen o gün Malatya'ya gitmemi emretti. Hazırlanıp vedâlaşarak yola çıktım. Kırk beş günde Malatya'ya ulaştım. Burada insanları terbiye etmek ve talebe yetiştirmekle meşgul oldum.
1842 (H.1258) senesinde hacca gitmek üzere yola çıktım. Şam'a kadar atla, Maan'a kadar merkeble, Maan'dan on sekiz saat yürüyerek yol aldıktan sonra bir nargileci katırı kiraladım. Kendimden geçmiş bir halde aşk ve şevk içinde Medîne-i münevvereye ulaştım. Üç gün Medîne'de kalıp Resûlullah efendimizin türbesini ziyâret ettim. Sonra bir deve kiralayıp Mekke-i mükerremeye gittim. Arafat'taki Cebel-i Rahmeye yürüyerek çıkıp indim. Hac farîzasını yerine getirdikten sonraCidde'den bir gemiye binerek kısa yoldan dönerkenAkabe-i Resi Muhammed denilen körfez önünden Berr-ül-Acem denilen tarafa yöneldiğimiz sırada şiddetli bir rüzgâr çıktı. Gemimizin direği kırıldı. Dalgaların şiddetle çarpmasıyla gemi su ile doldu. Herkes geminin batmak üzere olduğunu görerek feryâda başladı. Ben Allahü teâlâya tevekkül ederek sessiz bir halde duruyordum. Bu sırada gemideki hacılar benim sâkin hâlime bakıp yanıma toplandılar. "Bu dehşet verici halden kurtulmamız için bildiğiniz duâları okumanızı istirham ediyoruz." dediler. Bunun üzerine Behâeddîn Nakşibend Buhârî hazretlerini hatırlayarak; "Yâ Şâh-ı Nakşibend yetiş, yardım et, bizi Allahü teâlânın izni ile kurtar!" diye nidâ ettim. Bu sırada Behâeddîn Buhârî hazretleri Allahü teâlânın izni ile geminin gerisinde deniz üzerinde gözüktü. Batmak üzere olan gemimizi tutup doğrultarak yoluna koydu. Himmet ve yardımlarıyla gemimiz tehlikeyi atlattı. Bütün yolcular sevinçle gemiden karaya indiler. Bu işin farkında olanlar yanıma toplanıp bizim kurtuluşumuza vesîle oldunuz diye teşekkür ettiler.
Kasîr'den Kana ve Saîd yoluyla Mısır'a İskenderiyye'ye ve bir yelkenli gemiyle Beyrut'a vardığımızda yolcuları karantinaya aldılar. Beni yol arkadaşlarımdan ayırıp; "Sende altın vardır." diyerek insanlar arasında üzerimi aradılar. Bende altın olmadığını gördüklerinde, karantina işlerine bakan kimse uygunsuz sözler söyleyerek hakâret etti. Sonra da; "Alın bunu, hapisteki frenk gavurunun odasına koyun." dedi. Beni bir frenkin hapsedilmiş olduğu odaya götürüp, yanına koydular. Hapsedildiğim odada ben namaz kılıyordum. Frenk ise kendi âleminde idi. Küfür ve hezeyân dolu sözler söylerdi. Tam on beş gün orada hapsedildim. Müddet dolunca, çıkardılar. Oradan Şam'a gittim. Şam'da Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin kabr-i şerîfini ziyâret ettim. Ziyâretimi yapıp Beyrut'a döndüm. Beyrut'tan bir gemi ile Trablus ve Lazkiye'ye, sonra Antakya'ya, oradan da Kilis'e ve Anteb'e geçtim. Anteb'de ilk mürşidim Hüseyin Vâiz hazretlerinin kabrini ziyâret ettim. Sonra Malatya'ya geldim. Altı ay kadar Malatya'da kaldıktan sonra, Hicaz'dan aldığım bâzı hediyeler ile hocam Muhammed Kudsî hazretlerini ziyâret için yola çıktım. Sivas'a varınca atımın ayağı sakatlandı. Zile'ye kadar yaya yürüdüm. Oradan başka bir hayvan bulup, Yozgat üzerinden yoluma devâm ettim. Konya-Bozkır'a gelip hocamı ziyâret ettim. Tekrar Malatya'ya döndüm.
1845 (H.1262) senesinde üçüncü defâ huzûruna gittim. Daha sonra izin alıp memleketim Vidin'e ziyârete gittim. Üç ay Vidin'de kaldım. Kâbiliyetli kimselerden, âlimlerden, sâlihlerden pekçok kimsenin tasavvufta yolumuza girmesine vesîle oldum. Daha sonra Vidin'den ayrılıp İstanbul üzerinden Malatya'ya döndüm. Malatya ahâlisi bize çok yakın alâka ve muhabbet gösterdi. Fakat eyâletin merkezi olan Harput ahâlisi tasavvuf ehlini sevmiyor, kendilerini irşâd için giden dervişleri kovuyorlardı. Oraya da hizmet etmek için gittim. Harput'ta halka ön ayak olup tasavvuf ehline düşmanlık ettiren müftî, benim Harput'a vardığım gün ölmüştü. Yine halkı kışkırtanlardan ileri gelen biri de bir sebeple başka yere sürgün edilmişti. Bir hafta kadar Harput'ta kaldım halk alâka gösterdi. Onlara rehberlik etmesi için birini yerime vekil bıraktım. Bir müddet sonra ikinci defâ Harput'a gittim. Bu gidişimde halk büyük alâka gösterip, pekçok kimse tasavvufta bizim yolumuza girdi. Bunun üzerine orada yerime bir halîfe bıraktım. Böylece yolumuz o havâlide her tarafa yayıldı."
Feyzullah Efendi, 1847 (H.1264) senesinde İstanbul'a gidip insanları irşâd, doğru yolu gösterme ile meşgûl oldu. Hocası Muhammed Kudsî Efendi ona daha önceden; "İstanbul'un bir köşesinde yerleşip, nice zaman tanınmazsın. Yalnızlık âleminde gizli kalırsın!" buyurmuştu. İşâret edildiği gibi İstanbul'da sekiz sene talebeleri ve çocuklarıyla kendi halleri üzere bir evde kaldılar. Sessiz sedâsız insanları irşâd ile meşgûl oldu. Daha sonra ismi duyulup tanındı. Sohbetleri çok kıymetli idi. Uzunca boylu, buğday benizli, güler yüzlü, yumuşak sözlü, kalbi feyz saçan büyük bir velî ve rehberdi. Etrâfına ilim ve feyz saçmaya başladı. Âlimler, tasavvuf ehli zâtlar, devletin ileri gelenleri ve halk büyük kalabalıklar hâlinde sohbetlerinde toplandı. Böylece pekçok kimse onun rehberliği ile saâdete kavuştu. Talebeleri gâyet iyi yetişip âlim, sâlih ve fazîlet sâhibi oldular.
Bir zamanlar Konya vâlisi olan Ali Kemâl Paşa şöyle anlatır: "İstanbul'da bulunan bâzı fitne ve fesâd zümreleri, Feyzullah Efendinin hizmetlerine, ilim ve evliyâlık yolunda çok talebe yetiştirmesine tahammül edemediler. O zaman ben Midilli'de vâli idim. Tevkif edilmek, zindana atılmak gibi şeyler onun için umurunda değildi ve hizmetine devâm ediyordu. Cin tâifesinden altı bin kişiyi irşad edip yetiştirdiğini biliyorum."
Kerâmetleri çoktur. Bunlardan biri, Resûlullah efendimizin onun için; "Dostum Hacı Feyzullah Efendi." buyurmasıdır. Şöyle ki: Sâlihlerden Mustafa Efendi isminde bir zâta rüyâsında, Resûlullah efendimiz; "Sen İstanbul'da dostum Hacı Feyzullah Efendiye git." buyurmuştur. O da gelerek Feyzullah Efendinin sohbetlerine katılmış ve çok istifâde etmiştir.
1) Şems-üş-Şümûs; s.116
2) Menâkıb-ı Feyzullah Efendi, Üniversite Kütüphânesi, İbn-i Emîn Kısmı, T.Y., No: 2760
20 Şubat 2010 Cumartesi
DÜŞÜNCE
İnsanın üzerine elbise gibi yapışmış olgu düşünce;İnsan olan düşünür,düşüncesiz insanmı olur? gibi söylemler,yalnız insanlar için söylenebilir. Kızgınlıkla söylenen düşüncesiz insan cümleside sadece insanlar için söylenen bir kelimelerdir.Dikkat ederseniz insan ve düşünce kelimeleri birbirinden ayrılmadan cümleye mana katıyor.O zaman düşünen insandır olmazsa olmazını anlıyabiliriz.Hakteala insanı yaratırken halife olarak yarattı ve kadirlik kuvvesini de vermiştir.Fakat bu olgu sonsuz değildir her insanda vardır,her insanda ortaya çıkmaz ve her insanda aynı değildir.Düşüncede var olan bütün oluşumlar madde ile bağlantılı olup tamamı madde değildir.Zaten bu gücü ortaya çıkarmak için maddeyi manadan ayırmak lazımdır.Tasavvufta dendiği gibi maddeyi, manadan ayıramayanın çok işi vardır.Her işi,düşünceyi sırf madde olarak gördüğümüzde üzüntü ve sıkıntı vazgeçilmezdir.Negatif manada düşüncelerin içinde varolan birçok nüanstan sakınarak, düşünce gücü zenginliğimizi çeşitlendirerek kendimizin, tüm insanların mutluluğuna ve refahına kullanmak çok kolay vede çok zordur.Seçim bireylerin düşüncelerindedir.
İNSAN
Yaratıcı tarafından yaratılmışların en tekamülatlısı ve akılla bezenmiş insanoğlu kendisindeki gücü biliyormu? vede ne kadarını kullanabiliyor? İnsan aklının nelere kadir olduğunu kimler biliyor? Bilenlerde bu gücü ne şekilde kullanıyorlar? Bu gücü düşünceyle birleştirdiğimizde neleri yapabileceğimizi biliyormuyuz? Bu soruları 8-9 yıl önce bana sorsalardı saçma ve abuk bulabilirdim,şükür ki bugün bunlara kendimce cevaplar vermeye çalışıyorum,tam cevap veriyorum demek yanlış olur kanısındayım.Bu durumda insanın herşeyi bildiği zannı içinde olacağını,herşeyi bilenin Allah olduğu gerçeğini unutmadan yaklaşımlarımızı fazla katti olarak söyleyip yazmamamız lazım diye düşünüyorum.(Herşeyin doğrusunu bilen Allah'a sığınırım)İnsanın yaradılışındaki büyüklük:Hata yapar,Akıl eder,Algılar,Araştırır ve yanlıştan döner.Bu olguyu yapabilecek başka bir varlık gösterebilirmiyiz? HAYIR.Bu cevaba Meleklerin ve Cinlerin dahil olduğunu açıkça söyleyebilirim,kimsede bu cevaba şüphe ile bakmasın.İşte İnsan böylesine kutsal bir Varlık.Bizler bunun bugün bile farkında değiliz.İnsan harici başka varlıkların şugünkü teknolojileri ortaya çıkartabilme,yapabilme,düşünebilme gücüne sahipmidirler?Kesinlikle HAYIR.İnsanoğlu Dünya yüzünde Allah'ın Halifesidir.İlerki yazılarımda bu konulardan daha geniş bahsedeceğim.
ŞİFACILIK VE ŞİFACI
Şifacılık,adından anlaşılacağı gibi şifa,sağlık;bu konuda da ruhani bilgisi olana denir.Bu konunun bir Allah vergisi ve gen olayı olduğunu düşünüyorum.Şifacılığı bana kimse öğretmedi.Öğretimin bu işte biryeri olduğunu düşünmüyorum.Mesela Reiki,Bioenerji v.s gibi enerji açılımları öğretimle elde ediliyor,onlarda şifa enerjisi fakat; tek kanallı ve tektip enerjiler zaten seyyaren dünyayı kuşatmış enerji türleridir,isteyen herkes alıp kullanabiliyor.Şifacılığın kullanıldığı enerji türleri ise saymakla bitmeyen çeşitlilik arzeder.Bu enerjilere; Allah adının, gücünün,kuvvetinin, şifasını katarak insan, düşünce ve akıl gücü kompozisyonu şeklinde tezahur eden ruhani şifa kelimeleridir.Bu ruhani olguyu ve kelimelerini kullanana da şifacı denir.Şifacı bu enerjilere paratonerlik yaptığı gibi onları istediği şekilde kullanabilir.Bu şifa türleri kuvvetli ve kesindir.Hertürlü sıkıntılarda kullanmak mümkün olup,bu gözle görünüp,görünmeyen bütün sıkıntılar için geçerlidir.
DÜŞÜNCE GÜCÜNÜN FAYDALARI
Bu gücü kullanmak zaten pozitif bir olgu olduğundan,getiriside o derece pozitiftir.İnsanların mutlu olma düşüncelerinde(Bu düşünce başkalarını olumsuz etkiler içinde bırakırsa,mutlu oluncak bir düşünce olmadığı aşikardır; Büyü gibi..)hertürlü getiride kullanılır.Sıhhat,mutluluk gibi bu günlerde fazlasıyla ihtiyaç duyulan insanoğlunun en büyük ihtiyaçlarını gidermede kullanmak olasıdır,bu gücü insanlardan başka hayvanlarda ve bitkilerde kullanmak mümkündür.
ENERJİNİN KULLANIMI
Kullanım, yerine göre çok kolay vede zordur.Bu insanın potansiyeline göre değişir. Bu değişim kişinin enerji hacmine düşüncedeki derinliğe ve çeşitliliğe bağlıdır.Birde gen faktörü önemli diye düşünüyorum.Kullanımda inancın rolünün çok ama çok faydalı olduğunu söylemeden geçemem,çünki inancın içinde olan kelimelerin insanları nasıl şifalandırdığını yakinen gören ve yaşıyan biriyim.
ENERJİ TRANSFERİ
Enerji Transferi, bilindiği gibi aktarma,lazım olanı almak,insan vücudunun ihtiyacı olan tüm enerjileri bulup,getirip ihtiyaç sahibine ihtiyacı kadar vermek; veya insanın kendi ürettiği olumsuz düşünce enerjilerini artı başkaları tarafından yollanan negatif enerjilerin alınıp,atılıp bertaraf edilmesi yani şifalandırmak niyetiyle kullanmaktır.
ENERJİ
İnsanın yakıtı,Ruh gücü,Potansiyeli diye adlandırabiliriz.Enerjiyi insanın yakıt tankı gibi görüyorum,içindeki yakıtın kalitesi(bu kalite düşüncelerdeki farklılıklar ve yaptığı işlerle kaim) yakıt tankının büyüklüğü,iş yapabilme, dayanıklılığı ve bu enerjiyi yaşamda kullanma kapasitesi tayin eder.Bu tankın yıpranması,delinmesi gibi oluşlar, insan ruhunu ve tüm bedeni etkileyecek;sinir, karamsarlık,çabuk yorulma,olumsuzluk gibi durumların ortaya çıkmasıyla hastalıklarında başlangıcıdır.
DÜŞÜNCENİN GÜCÜ
, Bu güç düşüncenin en üst katı diyelim.Bunu kullanmak için düşünceyi aklımızla seçip,olgunlaştırıp,şekillendirip yoğunlukla hayata geçirme durumudur.Bu gücü kullanmanın şekli,hayalimizin o konuyu iyi bilmesi madde olarakta iyi tanıması,oluşumun fayda ve zararını iyi tartmamızla çok ilgilidir.Unutmadan söyliyeyim bu gücü hangi şekilde kullanırsak,gücün sınırları o derecede büyür veya küçülür,yok olur.Bunu düşünmekte akılla kaim olduğunu bilelim ve aklımızı iyi terbiye edip kullanalım.Bu terbiyenin yine akılla olacağını hiç unutmıyalım.Bu gücü ne kadar seri çalıştırırsak neticesi çabuk olmakla beraber gücün gelişimi ve kuvveti o derece genişler.Bu gücü kullanmanın zamanı,mesafesi yoktur.Her zaman ve mesafedeki oluşumlar için kullanmak mümkündür; bu gücü hertürlü tedavide de kullanmak olasıdır.Bioenerji,Reiki denilen şifa enerjilerini kullanmak düşünce gücü ile mümkündür.Yani düşünce gücünü ortaya çıkarıp kullanan kişiler bu seyyar enerjilere aracı olup dünyadaki yaşayan tüm varlıklara şifa olarak yardım edebilirler.Herşeyin başı bu güçtür,bazı yerlerde okudum.Bu gücün herhangi bir inançla ilgili olmadığını yazıyorlar, yani inancı olanda olmayanda bu gücü kullanabilir diyorlar bu teze tam katılmıyorum.Bu gücün herkeste olduğu aşikar fakat;inançlıyla inançsızlık yapısı arasında bayaa farklar olduğunu müşaade ettim,herşeyden önce bu iki yapı arasında akıl çıkışları arasında(bu güç bağlamında)çok farkları var.Bu gücü kullanma şeklini ne derece doğru ve yanlış olduğuna tam karar veremediğim için şu durumda sizlere fazla bilgi veremiyorum,şunu da söylemeden geçemiyeceğim, bu konularla ilgili satılan kitaplarda tam kullanımı bulamazsınız tam derken kendime göre konuşuyorum bu kitaplar insanları tek kanalla açmaya zorluyor,gerçi onlarda haklı fazla bilgileride yok gibi.Fakat çok zararlı yönleride olduğu malumdur..
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
